Miteritsa

Miteritsa

Seda Zengin

“Onu öldüreceğim” diyerek gözlerini sımsıkı yumdu Efser. Uyumadan az önceydi bu, aldatılıp terk edilmesinden bir gün sonra. Rüyasında acısını önüne katıp koşacağı yağmur dolu bir kentte kedi yavrusu gibi ıslak, beyaz duvarın dibinde buldu kendini. Bütün bölgeyi karış karış dolaşıp bitirmeden önceydi bu, kan sızan kalbiyle nereye gideceğini bilemediği o acıdan sonra.

Efser öyle neşe dolu döner ki bu dünyanın etrafında, hüznünü vahşi kurtlar gibi parçalayıp karanlık bir ormana atmıştı sanki. Derdi tasası olmayan insan mı olur; o ise büyülü bir dansın eşsiz ritmiyle gün boyu salınır durur; bir odadan başka bir odaya. Uzun ince boyu, koyu kahverengi saçları ve siyah gözleri var. Yüzü beyaz rengin parlak ışıltısında en güzel gölgelerin kapladığı taze bir yaprak kadar kesin. Uykudan rüyaya geçmesi, çok uzaklardan başlayan bir nehrin iliklere işleyen serinliliğiyle denize kavuşmasını andırıyor. Keskin bir önseziyle yaklaştım hayatına, teni gelecek zamanda bükülecek, acı sularla kaplı bir vadiye benziyordu. 

Oysa şimdi “neden günbegün üzerinde yürüyorken bu dünya bana bu kadar uzak, bu kadar yabancı”, diye düşündü Efser fincanını sıcak suyun altına tutarken. Beyaz fincan sıcak suyla dolup köpürünce geri dönüp ileriye doğru bir adım attı. Bir adım, bir adım daha; durmadan bu yuvarlağın etrafında dönüp duruyordu işte. İs kokan o acıdan sonra son bulan bir yol düşlüyordu belki de, bir sayfa gibi rahatça kıvıracağı bir kenar. O zaman bu kurak çemberden kurtulur, zaman sona erer ve bir başka dünya ayaklarına serilirdi.

Dumanı tüten fincanla masasına gelip oturdu, etrafı yığın yığın kâğıtlar, kitaplarla doluydu. Cetveller, ucu kütleşmiş kurşun kalemler ve daha bir sürü döküntü, başını döndüren girdabın yörüngesinde durmadan dolaşan maddeler birden zaman donmuşçasına duruverdiler. O, üniversitenin matematik bölümünde otuz yaşında bir doçent. Duran zamana karşı aniden elini kaldırıp fincanı tüm gücüyle önündeki beyaz duvara fırlattı. Her tarafa saçılan porselen parçalar, koyu kahvenin beyaz ve gri zeminde çizdiği kahverengi desenler;  belli ki zamanın Efser’le arasındaki ilk diyalou bu. Efser yutkundu, son sözünü sakladı, söylemedi; ateşten çıkan bir avuç kum gibi sıkıca tuttu ellerinde, yanık kokusu tüm evi sarana dek.

Kuzeye gidiyordu; evliliğini soğuk beton bir binada bitirip, herkesten ve her şeyden kaçmak isteğiyle sabahın kör vakti sığ bir bavulla yola çıktı, Murat’la hazırladıkları gidilecek yerler listesindeki en son haneyi karaladıktan sonra. Murat: on yıl önce deliler gibi âşık olup üç yıl evli kaldığı, aldığı matematik eğitimi ve kusursuz zekâsıyla bütün üniversitelerin ve şirketlerin peşinden koştuğu, dev bir bilgisayar firmasının kilit adamı. Adam, siyah saçları ve siyah gözleriyle onunla aynı yollarda ilerleyen, sevdası için tüm belleğini süpürüp düzelten, Efser’i gözbebeği gibi sakınıp; değil ömrünü, canını sonsuza kadar ona adadığını söyleyen adam. Üniversitenin bahçesinde yerlere sere serpe uzanır, en olmadık düşlerini birbirlerine fısıldarlardı. Karlı bir Ankara sabahı bembeyaz saçları, kütleşmiş bedeniyle onun olması, onunla evlenmesi için yalvaran yaşlı gözlerle, kapısında korkuluk gibi bulmuştu Murat’ı. Bir tek gözleri donmamıştı, bedeni soğuktan kaskatı, soluğu buz kokan tanınmaz bir heykel. Efser’in gözleri korkudan yeşil bir bataklık kadar büyüdü, heykelin şişmiş ve morarmış ellerine sıcak kupayı yerleştirmesinden önceydi bu; “hayır seninle evlenmem, ben bu işe inanmam, böyle kalalım ömür boyu” deyişinden sonra.

Üç ay geçmeden bembeyaz gelinliği, sınırsız gülüşüyle korkusuz bir asker gibi kararlı adımlarla nikâh masasına doğru yürürken buldu kendini. Yeşil bataklık kurumuş, bin bir renkli bir bahçeye dönüşmüştü.

“Her şey ne kadar da güzel” dedi, o korkunç çığlığın sonunu yakalamasından önceydi bu, evlendikten bir yıl sonra. Evliliğin aşkı öldürmediği bu ihtimali nasıl da sevip kucaklamıştı, kalbinin orta yerinde yeni açılmış parlak bir oda; yeni kimliklerin çekmecelerde sessizce ve yan yana durduğu güzel bir festival.

Ama şimdi bütün zamanların hesaplanan çirkin yüzleriyle, başını otobüsün soğuk camına dayamış, biten düşlerin serilip uzandığı dümdüz bir zemin düşlüyordu. Bulanık bir akşamüstü şeffaf ellerinden köpüklü sular akan o adamla; Arif’le tanışmasından önceydi bu, doğduğundan beri yaşadığı o bozkır kentini terk etmesinden sonra. Hırçın bir öfkeyle doğrulup tüm geçmişinin silindiği boş bir belleğe aktardı geleceğini. Boşanmanın ardından kendine acıyan gözlerle bakan bakışların, fakülte bahçelerinin ve küflü amfilerin verdiği karanlıktan kurtulmak için haritayı açmış gidilecek yerler listesindeki en son yeri, Trabzon’u arayıp bulmuştu. Parmakları Karadeniz’in kıvrımlarında dolaşırken bambaşka bir evrenin belirgin yüzeyini avuçlarında hissettiğini hatırladı yol boyunca. Rektörle el sıkışıp vedalaştıktan yarım saat sonra o sığ bavulla otobüsün önünde nasıl beliriverdiğini düşündü ağaçlar ve yol su gibi akıp giderken.

Arif yeni doğmuş oğlunu kucağına almış; bu pembe, minik ve esnek bedenin taze kokusunu ciğerlerine çekiyordu. Efser’le karşılaşmasından önceydi bu, aşkın ve dostluğun kol kola gezindiği bir evliliğin başlangıcından sonra. Bebeğin annesi Aysun; yorgun, titrek bir bedenin her zaman hüzün taşıyan ayrıntılarıyla eğimli yatağa uzanmış, serum şişesinden akan son damlayı düşünüyordu. Uykusuz gözleri inanılmaz titizlikteki bakışlarıyla yeni doğanın üzerinde durmadan gidip geliyor; her anında garip, gizli bir keder taşıyan yüzü bembeyaz odanın solgun gözeneklerine dolup boşalıyordu. Onun için gözetlemek hiç bu kadar hırçın olmamıştı, aylardır karnını tekmeleyen yavrunun inatçı bir güçle yol alıp gözlerini dünyaya açmasından sonra.

Aysun dingin, sakin bir denizdi. Açık kumral saçlarından ve derin dudaklarından her zaman tuzlu, ılık bir keder akar, ellerine dolardı. Trabzon’un sahil şeridindeki okullardan birinde gür sesiyle yoklama yapar, her gün çocukların sırtlarında çantalarıyla eve dönüşlerini ilk kez görülen bir film gibi seyrederdi. Eve dönüşte sahil yolunda türlü türlü kuşlar için her zaman ekmek kırıntısı taşırdı ceplerinde. Beyaz büyük bir kuş gibi yanaştım eteğinin kenarına, hırçın bir denizin anlık dalgınlığına benziyordu sessizliği. Kaldırdım başımı bakışını gördüm, dalga dalga yayıldı ölümcül öfkesi, çabucak ileri sıçrayan zamanın kör dehlizlerinde.

Arif lise yıllarında görüp bağlanmıştı Aysun’a. Yıllarca inatçı bir gölge gibi takip etmiş, kan gibi yapışıp kalmıştı saçlarına. Aysun dinlemiyor, anlamıyordu; dost bir gülüşün güven veren sıcaklığına gömülmüş ne kadar sarsılırsa sarsılsın bir türlü uyanmıyordu. Oysa Arif sahipsiz tek başına bir memleketti dünya üzerinde, çabucak yerleşip çoğalacağı bir mekân arıyordu onun koyu yeşil gözlerinde.

“Annemi hiç tanımadım” diyordu Arif, “babamsa hafızasını yitirmiş koca bir çınar. Yunanistan’da bir amcam varmış ara sıra mektubu gelirmiş babamın anlattığına göre, sonra iki kardeş izlerini kaybetmişler. Biz aslen evvel zamanda bu kentte kurulan Pontus’lulardan kalma Ortodoks Rumlardanmışız, benim babam ve annem Müslümanlığı kabul edip burada kalmışlar. Babam bana bu ismi çok okuyup çok bilmem için vermiş, ama ben dansların en mükemmelini yaratan dinsiz bir müziğin peşindeyim, bundan başkasını bilmek de istemem yanımda sen olduktan sonra”.

Aysun derin bir rüyanın son sahnesinin belirgin dikkatiyle onu dinledi, uyanır uyanmaz kalın dudaklarını çabucak büktü. Gözlerini açınca inatçı, ısrarlı bakışlar arasında gidecek başka yeri kalmayan kimsesiz çocuklar gibi Arif’in evinin kapısına gelip çömeldi. “Benim kaderim işte bu” dedi, elini onun ellerinin arasına bırakırken.

Efser yeni fakültenin nemli duvarlarına dokunuyor her gün, artık kürsüden gördüğü tek şey yağmurlu yüzlerin neşe ve keder karışımı gençliği. “Daha mı iyi oldu” diye soranlara “iyi gözbebeklerimi eriten tek damla asit” diyor “açmayacağım gözlerimi zehrine karşı”.

Yazgısı çizilmiş karşılaşmaların vakti gelince Karadeniz’in bütün ormanlarının korosu susar, bu çok eski şarkıyı dinler. Daha tohum toprakla ilk kez buluşmazdan önce böyle bir ezginin hükmü incecik iplikler gibi serildi insanın görebildiği her şeyin üzerine. Ezgi başlayınca bir zaman bekleyen koro biriken nefesinin tüm gücüyle ona eşlik eder, işte miteritsa açığa çıkar böylece; yavaşça ve kolayca yayılır, onu duymaya yazgılı her bedenin kıvrımlarına.

Mecburi protokol gereği yaz başı şenliklerinin ortasında bulunuyor Efser. Onca insan, yağmurun bitmeyen sesi ve tekrar tekrar dalgalanan horon Efser’in canını burnuna getirdi, soluksuz bıraktı. Sıkıntıyla ayağa kalkıp en yakın merdivenlerden birine doğru ilerlerken miteritsa başladı, olduğu yerde kala kaldı, hep rüyasında gördüğü o bitimsiz gölge bu değil de neydi ki!  Efser ile Arif dev bir sahanın kalabalıklar arasındaki uğultusunda, denk gelmesi başka türlü mümkün olmayan iki minik tanecik gibi buldular birbirlerini. Ekip başı Arif, geniş sahanın kenarında rastladığı Efser’in etrafında dönmeye başladı. Her şey davul, ses, müzik, dünya, bölge, Karadeniz bölgesi, arkada kalan bozkır ve orda kuruyan tek ağaç, gölge ve zaman, güneş ve çirkin karanlık, kalem ve kalabalık ordu, kalbi aklında beyaz kanatlı kuş ve ateş çemberindeki kül, hepsi, hepsi toplanıp bu derin girdabın içine sürüklendi. Dona kalan dünya sadece üç dakikalığına miteritsa için vardı.

“Miteritsa. Trabzon sahillerinde ve kapılar ardında bir dans türü. Avrupa’dan gelmiş olup, modern Yunan dilinde bir şarkıdan uyarlanmıştır. İsmi şarkının kelimelerinden gelir” dedi Arif karşılaşmalarından önceydi bu, horonun bitip alkışların patlamasından sonra. Efser yerinden uğratılmış asırlık anıt gibi çılgın, başını parçalara bölecek duvar ararken karşısındaki gözlere yerleşti acısı. Acının ne olduğunu bilen ve gören Arif, bir yaprağı ilk defa bağrına basar gibi kucakladı bu rüzgârı. Kendi acısı da gizli bir mabet yeraltından sökülüp yerleşti onunkinin yanı başına.

Eski bir kilisenin titrek ışığında buldu kendini Arif bundan sonra, büyüsü bir türlü geçmeyen parlak bir iksir gibi içti, eski ve tozlu ruhların gidip gelen adımlarını. “Her gün görmezsem ölürüm ben” dedi, diz çöküp kapaklandı ıslak tabanın yapışkan yüzeyine. Ağlamak hiç bu kadar katı olmamıştı bu balçıklar arasında. “Delirmiş gözlerimle dönemem ben evime, saçlarımı toplasın annem yastığımdan yıllarca. Artık başka seçimi kalmayan kavimler gibi göçüp gideceğim suyun ve rüzgârın öte yanına”. Kendi sesini usulca dinledi Arif, sağanak dinmiş, su damlası yaprağın yeni çizilmiş keskin ucunda kopmadan asılı kalmıştı.

“Neden meydanın ortasına gelmeden önce benim etrafımda döndün” dedi Efser, parmakları paslı bir tenekeyi şimdi bükmüş gibi kanlı ve isli. Uykusuz saçları başka bir şey anlatıyordu masanın ortasındaki açık kitabın sayfalarına. Sayfa şöyle yazdı: “Miteritsa. Aynı adlı türkü ile kadın ve erkeklerin birlikte dans ettiği batıdan gelen hareketli, kol dansı.Erkek bir dansçının dairesel olarak etrafında dönerek kendisine dans etmesi için bir eş bulması, o zamanlarda gizli aşklarını da ortaya çıkarırdı”. Yutkundu, gözlerini çevirdi Efser, “aşk saçlarımı taradı” dedi “bu öncesiz ve sonrasız paslı tarakla. Yine de ışıl ışıl bir sabah görüyorum evimin arka penceresinde”. Tam on dokuz ay gidip geldiler miteritsanın büyülü ezgisinin içine koşmadan yavaşça.

“Kendimi öldüreceğim” diyerek fırlatıp attı kendini Aysun, asfalta çıkmadan önceydi bu, onları horonun ortasında dönerken gördükten sonra. Gözleri şimdi yerine oturan kederle büyümüş, daha hızlı daha hızlı söylüyordu. “Miteritsa, yangınımı buldun bunca zaman sonra, aklını böleceğim senin kuşların dev beyaz kanatlarıyla”.

“Ağlama artık,  konuş, söyle ateşini” dedi anne ile baba çatırdayan ellerini görünce Aysun’un. Sesini çıkarmadı işte bu, işte şu demedi, sessizce yutkundu, yaş döktü, yazgısına bükülen dev bir halka gibi. “Hadi git, yanaş kocanın yanına, ruhunu ser, kurut, yağmurdan sonra güneşlenecek otlar gibi”. Hemen kabul edip ayağa kalktı Aysun, “koca;  ruhumun yeni biçilmiş çayırıdır” dedi, “yakacağım çiçeklerini, evlerini ve avlularını, küllerimiz savrulacak titrek tülbentler gibi bu güneşli havada”. Arabanın açık kapısından içeri atladı, yanına oturdu artık dansların en mükemmelini bilen ve onun içinde dönen Arif’in yanına. “ İçim yangın sonrası kan ve kül dolu bir çanak; biliyor musun, gözüm arkada kalmadı, elli beş günlük oğlum, uzanırken topuklarıma”. Deliler boşalıverdiler hız göstergesinden, Aysun direksiyonun üzerine atladı artık devleşmiş elleri ve gövdesiyle, hız limiti kırılıp dağıldı asfaltın çatlayan orta bölgesine. Kaza haberi, şekilsiz metal yığının dışında bulunan iki cesedin fotoğrafıyla ilk sayfalarda yer almadı. “Doğum sonrası annenin kaynağı bilinmeyen bunalımı bir ocak daha söndürdü”; gazeteci başlığını attı, sıradan bir bültenin iç bunaltan bıkkınlığıyla.

“Miteritsa”, durmadan tekrarladı Efser, “miteritsa, miteritsa”; yetmiş iki saattir ondan haber alınamıyor, yetmiş iki saattir asfaltın kan sızan yarığını gözünün önüne getiriyor, soluk soluğa koşuyor bir sokaktan, bir başka sokağa, kentin tüm uçlarını baştanbaşa adımlıyor. Bitkin bedeni,  sayıklayan nefesiyle o beyaz duvarın dibinde yığılıp kalıyor. “Her zaman rüyamda gördüğüm beyaz duvar sensin” diyor, bir adres buruşup dökülüyor avuçlarından. Hızla merdivenleri tırmanıp kapıyı çalıyor. Yeni doğanın sesini tanımasından önceydi bu, ölülerin götürülüşüne bir köşeden gizlice baktıktan sonra.

“Üç gündür meme tutmadı canım yavrucak” dedi başı sarılı kadın, onun ve ağlayan bebeğin sesi kapıdan merdivenlere taşıyordu. Kapıyı deliler gibi dövmeye başladı Efser, sanki açılmazsa, binayı yerinden sökecek, götürüp kentin dışına atacaktı. Metal kapı ağır ağır aralandı, çamurlu ayaklarıyla beyaz halının üzerine atladı Efser. “Ne kadar emzikli kadın varsa mahallede getirdik olmadı, hazır mama, olmadı, ocakta pişirdiğimiz aş olmadı, üç gündür çatlıyor bahtsızım”, diyerek konuşmayı sürdüren kadının ve daha başka bir sürü şaşkın bakışların altında bebek odasına daldı. Islak elleriyle sıcak, terli gözlerini temizledi titreyerek, ağlamaktan moraran bebeğe uzandı hemen. Kucağına alarak yere çömeldi dikkatlice, ıslak kıyafetlerini çekiştirip, sağ göğsünü çıkardı, ağlayan bebek hemen memeyi kavradı, aniden susarak büyük bir iştahla somurmaya başladı. Miteritsa’nın son bulmasından önceydi bu, delikanlının genç kızı ellerinden yakalayıp horonun ortasına yerleştirmesinden sonra..

Mayıs 2009