Petros Markaris: Yurdum neresi bilmem ama İstanbulluyum

Petros Markaris: Yurdum neresi bilmem ama İstanbulluyum

‘Hayatım mutluluk ile acı arasında geçti’

1937 yılında İstanbul’da doğan Petros Markaris sinema dünyasında yönetmen Theo Angelopoulos’la kırk yıl süren dostlukları ve senaryosunu yönetmenle birlikte yazdığı unutulmaz filmlerle tanınıyor. Altın Palmiye Ödül’lü ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ filminin senaryosunun yazım sürecinde tuttuğu günlük İstos Yayınları’nca Türkçe basılan Markaris’le, İstanbul’da geçen çocukluğundan başlayıp, ‘Yunanlı’ kimliğine uzanan bir sohbete daldık.

Evrim Kaya / AGOS

1937 yılında İstanbul’da doğan Bedros Markaryan, bilinen adıyla Petros Markaris, bugün Yunanistan’ın en önemli yazarlarından. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, yarattığı polis dedektifi Costas Haritos’un maceralarıyla tanınıyor olsa da, sinema dünyasında Markaris’in yerini özel kılan, Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos’la kırk yıl süren dostlukları ve bunun sonucu ortaya çıkan unutulmaz filmler. Bunların en ünlüsü, senaryosunu birlikte kaleme aldıkları, Altın Palmiye Ödüllü ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’. İstos Yayınları, Markaris’in, filmin senaryosunu yazım sürecinde tuttuğu günlüğü, Anna Maria Aslanoğlu’nun çevirisiyle, ‘Sonsuzluk ve Bir Günlük’ adıyla yayımladı. Kitabın tanıtımı için yapılan toplantıya katılmak üzere, ‘vatanım’ dediği İstanbul’a gelen Markaris’le, İstanbul’da geçen çocukluğundan başlayıp, ‘Yunan’ kimliğine uzanan bir sohbete daldık.

En baştan başlayalım. Heybeliadalı bir Rum-Ermeni’siniz; nasıl oldu da Yunanistan’ın en önemli yazarlarından biri oldunuz?

1957’de Avusturya Lisesi’nde Matura yaptım, yani lise bitirme diplomasını oradan aldım. Babam yüksek ticaret okulunda okumamı istiyordu ama benim iktisada hiç ilgim yoktu. O zamanlar, bir azınlık ailesinin çocuğuysanız, babanıza “Ben okumak istemiyorum” diyemezdiniz. Ama yine de okumuyordum işte. 60 yılında, babam “Seni Viyana’ya göndersem okur musun?” diye sordu bana. “Tabii ki” dedim, ama okumaya niyetim olmadığı belliydi aslında. “Hayır” diyemezdim. 60 yılında başka hangi çocuk fırsat bulup da Avrupa’ya gidebilirdi ki? Ama orada da okumadım. Sonunda babam da okumayacağıma ikna oldu. Liseden beri tek arzum yazmaktı, başka bir şey istemiyordum. Anadilim Yunancaydı, Yunanca yazmaya karar verdim. Yazarlığa karar verdikten sonrası da zor oldu, babamın mali durumu o kadar iyi değildi.

Ne iş yapıyordu?

Avrupa’dan mal ithal edip satıyordu. Ama büyük bir şirket değildi, kendi başına çalışıyordu babam. Yazar olursam beni maaşa bağlayacak parası yoktu. Yunanca yazmaya karar verince Atina’ya gittim ben de. Kendimi Atina’da bulmamın tek nedeni dildir, başka bir ilişkim yoktu orayla. Annemin bir-iki uzak akrabası vardı Atina’da, o kadar.

Neden Ermenice konuşmuyordunuz?

Bütün ailem İstanbulluydu. Babamın ailesi geçmişte çok zenginmiş, dedemin babası Sultan Abdülhamid’in bankacılarından biriymiş. Ailede Yunanistan’dan gelen bir hizmetçi çalışıyormuş. Bir gün, bu kadının Andros Adası’ndan bir akrabası onu ziyarete gelmiş. 17 yaşında, çok güzel bir kızmış gelen. Andros şimdi çok zengin, turistik bir yer oldu ama o zamanlar çok fakir bir adaymış. Büyükbabam babasına gidip bu kıza âşık olduğunu, evlenmek istediğini söylemiş. Babası hizmetçilerinin akrabası, üstelik Yunanlı bir kadınla evlenmesine müsaade etmemiş. Ama o âşık olmuş bir kere. Babası reddedince, eşiyle birlikte büyük köşkten ayrılıp iki odalı bir daire tutmuş ve o günden sonra bir daha Ermenice konuşmamış. Babasından intikamı böyle olmuş. Üç çocuğunun üçünü de Rum okullarına göndermiş. Böylece Rumlaşmış aile.

Dedemden başka Ermenice konuşan bir tek babam vardı, çünkü liseyi bitirdikten sonra, ithalatçı Mihran Gesar’ın yanında muhasebede çalışmaya başlamış. Gesar, şirkete fazla uğramazmış. Bir gün çıkıp geldiğinde babamın adının Osep Markaryan olduğunu öğrenmiş ve doğal olarak Ermenice konuşmaya başlamış. Babamın Ermenice bilmediğini görünce de sinirlenmiş: “Ermeni’sin, Ermeni şirketinde çalışıyorsun ama Ermenice bilmiyorsun. Altı ay içinde öğreneceksin, yoksa güle güle” demiş ona. Pek parlak konuşamasa da, o zaman öğrenmiş Ermeniceyi babam.

Sizin isminiz de Bedros Markaryan’dı yani?

Ailemin soyadı Markaryan ama ben ismimi değiştirdim. O da ilginç bir hikâyedir. Yazar adım Petros Markaris’ti, çünkü o zaman büyük bir çimento fabrikasında çalışıyordum ve yazar olduğumun bilinmesini istemiyordum. Telifler yazarın adına yatardı. Çalıştığımız bankanın şube müdürü beni tanıdığından, Markaris adına yapılacak ödemeleri yapıyordu ama “Ben gidersem yeni müdür size bu parayı vermez, isminizi değiştirmeniz lazım” dedi.

Ne zaman oldu bu?

1998’de. 1975’te vatandaşlığa geçmiştim. Aslında cunta hükümeti “Ermeniler yurtsuzdur, herkes Yunan vatandaşlığı alabilir” demişti. Ama ben solcuydum, bir bahane bulup, bana vatandaşlık vermediler uzun süre.

Göçmenlerin hikâyeleri, yazdıklarınızda bu yüzden mi önemli bir yer tutuyor?

Yalnız bu yüzden değil. Yunanistan’da çok büyük bir göçmen sorunu var. Çok sinirleniyorum, çünkü Yunanlılar da göçmen bir millet, Amerika’ya, Avrupa’ya dağılmış durumdalar. Kendi göçmenlerini anlıyorlar ama başkalarına gelince kötülük ediyorlar.

Yazarlığa nasıl başladınız?

Ben tiyatroyla başladım yazmaya. Sonra, Angelopoulos sayesinde senaryo yazdım. İlk senaryomuz ‘36 Günleri’ydi. 1970’te onun ilk filmi çıkmıştı, ‘Agamemnon Tragedyası’ üzerine kurulmuş bir filmdi. O kadar güzeldi ki, çıldırdım ben. Bir yıl sonra benim oyunum çıktı, izlemeye geldi, çıkışta tanıştık. “Ben yeni bir senaryo üzerinde çalışıyorum, benimle çalışmak ister misin?” diye sordu. “Seve seve, ama senaryo nasıl yazılır bilmiyorum” dedim. “Ben sana öğreteceğim, merak etme” dedi. Öğretti de. 71’den ölümüne kadar, tam 40 yıl arkadaşlık ettik. Bütün senaryolarda birlikte çalışamadık ama sekiz senaryo yazdık birlikte. ‘36 Günleri’nden sonra ‘Kumpanya’da çalışamadık, çünkü ‘Kumpanya’nın senaryosu yoktu. Cuntadan korkusundan, hiçbir şey yazmadı. İki sayfalık bir tretman verdi sansüre, kafasında yazdı filmi.‘Sınır Üçlemesi’nden itibaren bütün filmleri beraber yazdık.

Bu kitabın hikâyesini anlatır mısınız bize?

Yunanlı yayıncım kitabı çıkarmak istedi ama ben istemiyordum. Çok kişiseldi, yayımlanacak bir şey değil gibi geliyordu bana. Yayıncım kurnaz bir adamdı, “Theo’yla bir görüşsene” dedi. Theo’ya gittim, “Tabii ki çıkacak” dedi, “ben de önsözünü yazacağım. Başka kimseyle çalışamıyorum, diktatör diyorlar bana. Seninle çatışmalarımızı görsünler de, nasıl çalıştığımı anlasınlar.”

1996’da günlüğünüze “hayale yer bırakmayan zamanlar” diye yazmışsınız. Nasıl bir dönemde çekildi ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’?

96’da Avrupa Birliği’nin üyesiydik. Her yerde Avrupa konuşuluyordu; Yunanistan için yeni bir gerçeklik demekti bu. Çok fakir olan bir ülke birdenbire çok zengin oldu. Bu yanlış zenginliğin bedelini şimdi ödüyoruz. Avrupa gündemi belirlerken, geride kalan her şey arkaplana itildi. Theo “Bu iş iyi bitmeyecek” diyordu bana. Birkaç kuşak yapay bir zenginlik içinde büyüdü ve Avrupa bizim her problemimizi çözer sandı. Şimdi gençler ne yapacaklarını bilmiyorlarsa, bundandır. Türkiye bugün, krizden önceki Yunanistan’ı hatırlatıyor bana. Aynı hataları görüyorum. Benim ilk tanıdığım Yunanistan, fakir ama kültür seviyesi çok yüksek bir ülkeydi. 60’lar, kültürün en yüksek olduğu zamanlardı; iç savaş bitince ülke maddi olarak değil, kültürel olarak kalkınmaya başlamıştı. Yapay zenginlik, gerçek zenginliği yok etti. Kültür-sanat ortamında da bunun etkileri görülüyor. Bir tek tiyatro bunun dışında. Yunanlılar tiyatroyu çok seviyor. Sinemalar bomboş oysa. Kitap satışları da yüzde elli düştü.

‘Çok farklı bir Yunanlıyım’

Türkiye’yle bağınız koptu mu?

Kopmadı. Her zaman şunu söylüyorum: ‘Vatan’ sözcüğü bana bir şey ifade etmiyor. Yurdum neresi bilmem. Çünkü Türkiye’de milliyetçilik zamanında büyüdüm ben. Beni bu sözcükten soğuttu o milliyetçilik. Yunanistan da yurdum olmadı, çünkü orayla bağlantım sadece dildir. Şimdi Yunanlı arkadaşlarımla tartışırken, “Siz Yunanlılar” diye kızıyorum onlara. “Ya sen nesin?” diye soruyorlar, “Ben İstanbulluyum” diyorum. Haymatlos (vatansız) değilim ama benim için Heimat (vatan) bir şehirdir, o da İstanbul.

Çocukluğunuz nasıl geçti? Mutlu bir çocukluk diyebilir miyiz?

Hayır, diyemeyiz. Sadece milliyetçilik yüzünden değil. Heybeliada’da yaşamak çok acı bir şeydi. Çünkü yazlıktı Heybeli. Yazın arkadaşlarım gelirdi, o ayları birlikte, çok mutlu geçirirdik. Sonra birden Eylül gelirdi ve ben yapayalnız kalırdım. O kadar acıydı ki bu. Bütün hayatım mutluluk ile acı arasında geçti. Yine de şanslıyım, çünkü hayatta yalnızca mutluluk olmayacağını çok erken öğrendim. Rum lisesine değil Avusturya Lisesi’ne gitmek ve başka bir kültüre sahip olmak benim şansım oldu. Hem İstanbul’un o zamanki çok kültürlü ortamı, hem de Alman kültürü beni çok değişik bir insan yaptı. Alman kültürü bana her yerde bir mesafe sağladı. Mesafenin önemini Brecht’ten öğrendim ben. Yunanca yazdığım için elbette bir Yunanlıyım ama çok farklı bir Yunanlıyım.

‘Türkiye’de 12 Eylül’ü anlatan filmlerin zamanı geldi’

Angelopoulos’la yazdığınız senaryolar, yakın tarihi çok çarpıcı şekilde anlatıyor. Tarihle nasıl bir ilişki kuruyordunuz?

Kumpanya 1973’te çekildi. İç Savaş’la yakın bir ilişkisi vardı ama cunta zamanı olduğundan, doğrudan söylemiyordu bunu. Yani, yaşananlardan aşağı yukarı 30 yıl sonra çekildi. Göreceksiniz, Türkiye’de de 80 Darbesi’ni anlatan doğru dürüst filmlerin zamanı şimdi geliyor. Bu işler çok vakit istiyor, tartışmak için mesafe lazım.

KAYNAK: http://www.agos.com.tr/hayatim-mutluluk-ile-aci-arasinda-gecti-7164.html