45 yıldır işgal altında: Kıbrıs

45 yıldır işgal altında: Kıbrıs

Tamer Çilingir

20 Temmuz 1974…

Türkiye, “Ayşe tatile çıktı” şifresiyle başlattığı ve “Barış” harekatı” adını verdiği saldırısıyla Kıbrıs Adası’nın kuzeyini işgal etti. Kuzey’de yaşayan Rumların katledilmesi ve adanın güney kesimine sürülmesiyle Türkiye, Kıbrıs’ın kuzey kısmında dünyada hiçbir devletin tanımadığı bir işgal “devleti” kurdu. Bugün Birleşmiş Milletler’in de tanımadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti aracılığıyla, Türkiye, Kıbrıs’ın kuzey kısmında işgalini sürdürüyor.

Kıbrıs’ın işgali, Türk devleti açısından, 1915 Süryani ve Ermeni soykırımı, 1919-1923 Pontos Rum soykırımı, 1921 Koçgiri katliamı, 1937-38 Dersim tertelesi, 1922 Küçük Asya Rum katliamı, 1934 Yahudi Pogromu, 1945 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955, 1964 sürgünlerinin devamıdır.

1974 yılında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, işgal harekatına “barış harekatı” adı verip Türk ordusunun Ada’ya özgürlük ve demokrasi götüreceği söylemlerini dilinden düşürmedi. Oysa gerçekler onun anlattığı gibi değildi. Hayatını kaybeden binlerce insan, sürgün edilen onbinlerce insan ve ortasından bölünmüş bir ülke gerçeğiydi yaşanan. Yıllar sonra 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen bir başka katliam da yine Başbakan olan Ecevit’e övgüler dizmekte yarışan köşe yazarları arasında yer alan Güneri Civaoğlu, Ecevit’in kararlılığına övgüler dizip operasyonu ‘Kıbrıs Barış Harekatı’na benzetecek ve her şeyin insani ölçütler göz önünde tutularak yapıldığını ifade edecekti.[1]

BARIŞA SUSAMIŞ BİR KADIN: İRİNİ

Yazar Aziz Şah ise Adı barış anlamına gelen İrini adındaki bir kadının sürece ilişkin anlatımlarını aktarırken o insani ölçütlerin göz önünde tutulmadığına dikkat çekiyordu[2]:
“Baba korkuyorum… Girne’den o limana giderken sanki bir daha gidemeyeceğim diye her ayrıntıyı ezberlemeye çalışıyorum ve arkadaşlarımdan ayrıldığım zaman sınırda hep dönüp ardıma bakıyorum, sanki son defa görüyorum onları. sanki o yeşil hattın izleri içime saplanmış. Korkuyorum baba ve sen artık sarılmıyorsun yaralarıma. Susmana rağmen hâlâ ben duyuyorum sesini. bu yola sen getirdin beni. Şimdi sıra bende… Seni bu yolun sonuna kadar götüreceğim. Bir daha inanacaksın baba… sana, bana, ona, bize, barışa.”
İrini Constantinou

Yukarıda okuduğunuz paragrafı epey bir zaman önce İrini’nin Türkçe yazdığı bir yazıdan alıp kaydetmiştim. İrini barışa susamış Kıbrıslı genç bir kadın.
Hatırlayacak kadar yakın bir zamandı, unutmayacak kadar anı ve kayda düşecek kadar tarihti. Lefkoşa’nın kuzeyinden güneyine bakan bir balkonda “sınır”a yaklaşık 400 metrelik bir mesafede Türkçe konuşabilen bu genç Rum kadın sormuştu: “Bu savaş ne zaman bitecek?
 Adı İrini idi, yani ‘barış’.
Barışı özleyen bir ailenin çocuğuna sıklıkla verdiği isim. Hele yer Kıbrıs’sa zaman 1974’ten sonraysa orada bir duracaksın: Müziğin sesini duymayanlar dans eden kalabalıkları deli sanır, silah seslerini duymayanlar da İrini’yi deli sanabilirdi, o duyuyordu.  Memlekette savaş yoktu en nihayetinde ateşkes vardı birçoğuna göre, bazılarına göre de barış vardı, “devletimiz” vardı.”

İNGİLİZ İŞGALİ VE ‘’TÜRKLÜK’’

1571 yılından 1878’e kadar Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında kalan Kıbrıs’ta 3500 yıldır yaşayan Rumlar birçok baskı ve zulme maruz kaldılar. Üç yüz yıllık Osmanlı iktidarına karşı ada onlarca isyana tanık oldu. 1833’ın bahar ve yaz aylarında üst üste patlayan, Nikolas Theseus, Polili İbrahim Ağa (Gavur İmam) ve Keşiş Yoannikos gibi isimlerle özdeşleşen isyanlar, baskıcı Osmanlı yönetiminin ağır vergi politikasına karşı ada halklarının (Ortodoks Hristiyan, Müslüman) ortaklaşa gerçekleştirdikleri başkaldırılar olarak önemli bir tarihsel yere sahipti.

93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşından sonra Osmanlı ağır bir yenilgi almıştı. Kıbrıs adası Berlin Konferansı’nda, kendisine yardım etmesi karşılığında rüşvet niteliğinde İngiltere’ye kiralandı.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere adayı ilhak etti. Bu dönemde adada yaşayan Hıristiyanların sayısı Müslümanlardan kat be kat fazlaydı ve Müslüman nüfus kendisine Türk demiyordu.

1933 yılında Rumların İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanmaları sırasında İngilizlerin örgütlediği Müslüman gruplar ayaklanmanın karşısında İngilizlerin safında yer aldılar. Ve artık kendilerine Türk diyorlardı.

KIBRIS’IN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

1954 yılında Yunanistan ’’tarihsel ve ulusal’’ bağlarını öne sürerek, ada halkının kendi kaderini tayin hakkı için Birleşmiş Milletler’e başvuruda bulundu. Görüşmelerde Türkiye adanın İngiltere’ye ait olduğunu belirterek İngiltere’nin yanında saf tuttu.

Bu tarihten itibaren İngiltere adadaki hakimiyetini yitirmemek için, hem Hristiyan hem de Müslüman kitleler içinde milliyetçi örgütler oluşturup bu örgütlenmelerin her türlü finansını da üstlenmeye soyundu.

EOKA (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü) Rum milliyetçiliği temelinde örgütlenirken, ’’Kıbrıs Rumlarındır, Yunanistan’a bağlanmalıdır’’ tezini savundu.

TMT ( Türk Mukavemet Teşkilatı) Türk milliyetçiliği temelinde örgütlenirken, adanın taksiminden, bölünmesinden yanaydı.

İŞGAL GEREKÇESİ İTİRAFI

EOKA, başta Rum devrimcileri hedef alan suikast eylemleriyle, TMT de kuzeydeki devrimcileri hedef alan suikast eylemleriyle öne çıktılar. Birbirlerinin karşısında gibi duran bu iki milliyetçi örgüt, kendi ‘milliyetinden’ barış, kardeşlik ve birlikte yaşamı savunanları yok ederek aynı safta yer alıyorlardı.

22 Kasım 1958 günü yayınlanan Bozkurt gazetesindeki haberde; “Kıbrıs komünizmin sıçrama taşı haline getirilemez. Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, hükümetimizin görüşünü açıkladı. Akdeniz’e açılan yollardan faydalanmak isteriz. Komünist tehlikesi karşısında adayı bir üs olarak kullanmak hakkımızdır” deniyordu.

Haberin devamında, BM görüşmeleri için New York’ta bulunan Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun, sabık Amerika Cumhurbaşkanının Basın Müşaviri ile görüştüğü ve konuyla ilgili olarak bir bülten yayımlandığı duyurulmaktaydı. Zorlu şöyle demekteydi: “Bağımsızlık enosistir, tanınırsa Ortadoğu’daki durum daha da kötüye gidecek…Bağımsızlık cemaatlere değil, milletlere verilir. Bir Kıbrıs milleti diye bir şey mevcut değildir. Burada birbirinden tamamen ayrı olarak yaşayan iki cemaat vardır. Türkler Türkiye ile, Rumlar ise Yunanlılar ile birleşmek istiyorlar. İktisadi kaynakları olmayan Ada için bağımsızlık tanımak bir felaket olacaktır.”[3]

20 TEMMUZ 1974K. Antonakis Michael (30), Nicolaou P. Chrisostomos (26), H. Philippos Stephanos (19), P. Ioannis Charalambos (24), Skordis C. Georghios (25) isimleri 1974 yılının Ağustos ayında gazete ve televizyonlardan aşina olduğumuz isimlerdi. Kıbrıs’ı işgal eden Türkiye Ordusu, adları sayılan bu beş Rum askerini esir almış, kameralar karşısında onlara ne kadar iyi davrandıklarını propaganda ediyordu. Burjuva medyası, esir askerlere sigara ikram eden Türk askerlerinden övgüyle bahsediyordu. Sonra bu beş asker ve 1500 Rum’un kaybolduğu duyulduğunda, bunun Rum kara propagandası olduğu iddia edildi.

2006 yılının sonlarında adanın kuzeyinde terk edilmiş bir köydeki su kuyusunda yapılan araştırmalarda 14 kişiye ait olduğu belirtilen kemik parçaları bulundu. Kemikler, Kayıplar Komisyonu tarafından çatışmalar sırasında yakınlarını kaybeden kişilerden alınan DNA örnekleri ile analiz edildiğinde bunlardan 5’inin 30 yıldır kayıp olan Rum askerlere ait olduğu, hem de bu askerlerin 14 Ağustos 1974’te Türk ordusu tarafından teslim alınan askerler olduğu belirlendi.

Kıbrıs’ı işgal eden Türkiye devleti adına Başbakan Ecevit, işgalin adına ‘‘Barış Harekatı‘‘ dedi. Her konuşmasında adaya ‘‘barış, kardeşlik, özgürlük‘‘ getirmek için çıktıklarını söyledi. 40 bin asker, zırhlı araç ve ağır silahlarla gerçekleştirilen bu işgal sırasında binlerce insan hayatını kaybedip, on binlercesi sakat kalırken, 200 bine yakın Rum da topraklarından sürgün edildi.

Beşparmak Dağları diye bilinen Pentadektylos Dağları kan gölüne döndü.

İşgalci Türk Ordusu binlerce sivil savunmasız Rum‘u uykularında katletti.

İşgal ordusu bütün dünyanın gözü önünde benzeri görülmemiş uygulamalar ile talan, soygun, tecavüz ve infazlar ile savaş suçu işledi.

Adanın nüfusu da Müslümanların lehine değiştirilmek üzere, Türkiye’den ırkçı faşistler buraya taşınarak yeniden şekillendirildi. Gelenler evlere, topraklara, ganimet diyerek el koydular.

Adanın yüzde 38’lik bölümünde KKTC adında kukla bir devlet kuruldu ve ada Türkiye’nin bütün kirli işlerinin yürütüldüğü bir suç merkezine dönüştürüldü. Ergenekon/Kontrgerilla eylemleri Kıbrıs’ta planlandı, yine Ergenekon örgütünün üyesi olarak yargılanan Türk Metal-İş Sendikası başkanı Mustafa Özbek’in adanın büyük kısmına el koyduğu anlaşıldı. Uluslararası uyuşturucu ve silah kaçakçıları Kıbrıs üzerinden örgütlendi.

Bugün Akdeniz’de doğalgaz rezervlerinin keşfedilmesinin ardından Türkiye’nin yasa tanımaz sondaj ve savaş kışkırtıcılığın arkasında 1958 yılında Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun ‘Akdeniz’e açılan yollardan faydalanmak isteriz’ sözleriyle 74 işgaline varan süreci şekillendirecek bakış açısı vardır.


[1] Milliyet, 20 Aralık 2000

[2] Aktaran Aziz Şah, Gerçek Gazetesi, Kıbrıs’ta 40 Yıllık İşgalin Bilançosu, 20 Temmuz 2014

[3] Bozkurt gazetesi, 22 Kasım 1958