Öbürkü

Öbürkü

Metin Turan

“…basit sözcüklerle konuşalım gelin… ne ağdalı sözler olsun, ne özenti. Vezni bozalım, unutalım kafiyeyi. Kendimize bakalım serinkanlılıkla. Kimimiz cılız, kimimiz şişman (…) Çoğumuz yalancı. Hırsız ayrıca. Yoksullarımız da zenginlerimiz kadar kötü yürekli. Belki daha beter. Öyleyse paçavralara gizlenmeyin. (…) Kurşun saçanlara, oraya buraya bomba atanlara bakın bir. Bizim sinsice yaptıklarımızı açıkça yapıyor onlar…”

                                   ( V.Woolf ; “Perde Arası” )

Ne dersin; hava açar mı bugün?.. Dikkatli cevap ver. Çünkü az önce, bugün havanın nasıl olacağını radyodan dinledim. Birazcık biliyorum hani!.. Sence güneş çıkar mı?.. Hı?.. Ne diyorsun?.. Miyav mı?.. Bırak allasen; miyav da nedir yahu?.. Evet mi diyorsun, hayır mı?.. Kadir!.. Kuzum dönme sırtını. Peki… tamam… Kızma hemencecik!.. Kabul; bence de miyav!.. Gel… gel…

Yıllardır Kadir İnanır’la yaşıyorum. Gülmeyin; doğru vallahi!.. Ona “Ki” diye sesleniyorum; anlarsınız, samimiyetten. Birlikte yatıyoruz bile anacığım. Ki; eski kulağı kesiklerdendir. Lâfın gelişi değil… Aşağı mahalleden birkaç çocuk, şeytana uymuş da kesmiş zavallının kulaklarını. Ki; ufacıktı daha, yavruydu o zaman. Bir lokmacık!.. Apartmanın merdiven boşluğundan geliyordu sesi. Duyar duymaz koştum. Fırlatılıp atıldığı köşede büzüşüp kalmış… Her tarafı kan… Gözlerimin içine, sanki sığınmak ister gibi bakıyordu; sanırsın ki masum bir çocuk!.. Bakmayın şeytana uymuşlar, dediğime. Cana kast ediyorsun canım!.. Bunu oyundan sayıyorsun…Böyle oyun olur muymuş?.. O gün bugündür sevgili sıcağımızda sarınarak yaralarımızı sağaltmaya çalışıyoruz. Telâşa gerek yok!.. Çok sürmez; unutur küslüğünü, döner gelir. Anlık…Bak, geldi işte!.. Biliyorum; hava, güneşli olsun istiyorsun. Evin lâmbaları gibi hep açık… Öyle olsun ki; dün yaptığımızı yapıp dışarı çıkalım ve çarşı, pazar dolaşalım. Haksız mı?.. Hayır!..

            Dün beni görmeliydiniz; bütün gün başım ağrıdı durdu. Gezinmek iyi gelir diyerek dışarı çıktım. Hava mis gibiydi, tertemiz… Ki’yi de yanıma aldım. Onsuz mu ?!.. Yok; hayatta çıkmam. Aslında daha çok, pazar kurulduğu vakit kendimi dışarı atıyorum. Elle tutulur bahanem hazır; alışveriş!.. Pazarda, zihnimin sisiyle pusu dağılıveriyor. Sanırsın ki, kendiliğinden çözülüyor düğümlerim. Fakat sonra… sonrası; dönüyorum yalnızlığıma. Ki de yanımdayken kaçıp, evime sığınıyorum. Kapanıp kalıyorum… öyle… içime içime… Artık ne denir, nasıl tarif edilirse. Şairin ifadesiyle; tekrarlarla kafa tutuyorum zamana.

*   *   *   *

Amansız bir hastalığa yakalanan oğlumu, Sefa’yı kaybedeli beş yıl oluyor. Yirmisindeydi henüz… Evliliğimin altıncı yılında, bir kazada yitirdiğim kocamın, Rebi’nin ardından, zor da olsa devam ettirebildiğim hayatımın anlamıydı o. Ölmek denilen şey, esasında bir şey değil… Malum, döngü tamamlanıyor. Kabul fakat… insan… üstelik hayatının tutamağı haline gelen birinden – ki, evladım- ayrı düşünce, ona anlam taşıyan gerçeği buhar oluyor.

Çok zordu. Ne yaptım, ne ettimse olmadı. Acılarımın üzerine sünger çekemedim. Beklemiyordum; hiç!.. Çok aniydi… İlkin acılarını hissedecek zamanı bulamadım sanki. Tanrım, insan hayatı boyunca ne çok ölüyor!.. Yaşar gibi görünürsün ama hep eksilirsin. Eksilir kalırsın… Eksik kalırsın…

Mırrnn… mırrnn.. Duydunuz mu?. Ben böyle, karşımda biri varmış da, onunla söyleşiyormuşum havasına girince, Ki dayanamaz. Mırıl mırıl konuşmamı ninni farz ederek, bir güzel uyur. Oh!.. Macide’nin bir tanesi!

İnsan, bir yolunu bulup kendine birkaç meşgale edindiğinde, acılarıyla biraz daha kolay baş edebiliyor. Bana bakmayın. Ben birazcık abarttım. Deliler gibi, handiyse kafamı kaldırmadan, misal tığ işi danteller örüyorum. Çeşit çeşit… Bizim Eğri Sokağı’nın tek düzgün dantelcisi benim. Parmakla gösteriyorlar; yalan yok… Zevkli ya da değil; bunu önemsediğimi söyleyemem. Pek… düşünmedim… İyi geliyor, o kesin!.. Önemsediğim de bu!.. Zihnim dinleniyor. Bizim sokağı boylu boyunca gören küçük oturma odamın penceresi önünde kuruluyor; kafamı nadiren kaldırıp dışarıya bakıyorum. Bakınca duramıyor; dışarıyı seyre dalıyorum… Pervaz da, adeta şarkı fısıldar gibi mırıldanan Ki’yi okşuyor; etrafı bir güzel süzüyorum… Boylu boyunca uzanan evlerle apartmanlara; apartmanların balkonlarına; balkonların duvarlarıyla demirlerine; duvarlarla demirlerin sıralı saksılarına; saksılardaki çiçeklere, yapraklara, dallara bakınıyorum. Salınımlarına eşlik ediyorum; rengârenk… Yer yer asılı duran iplere; iplerdeki mandallı, mandalsız çamaşırlara; çamaşırların renklerine; renklerin yansıdığı pencerelere; pencere camlarında bulunan insanlara; insanların yüzleriyle gözlerine; gözlerindeki derinliğe; görünür sevinçlerine; o görünür sevinçlerin adında saklı, görünmez kederlere; özlemlere sonra… dalar giderim…

            Şimdi de öyle oldu bak!.. Anlatırken daldım gittim…  Henri mi o bakan?..

 *   *   *   *

Tam da bizim evin karşısındaki apartmanın üçüncü kat penceresinde, bir süredir çorak bir yalnızlığa terk edilmiş bir adamdır Henri. Sevdiğim, değer verdiğim, vefalı komşularımdan… İnsafsız, rezil mi rezil bir dedikodunun ardından, kendini eve hapsetti. Gözlerine bakıyorum; o da bakıyor… Puslu bir griliğin ortasında, bir çift menekşedir Henri’nin gözleri. Eşi Rosita öyle sever, ”Güzel menekşem!” derdi, Henri‘den söz ediyorken. Teni kül rengine dönmüş, Adamcağız, adeta pire kadar kalmış; mini minnacık. Ah!.. Sevgili Rosita’nın menekşe gözlü Henri Travis’i!.. Ufalmış kalmış ya, dağ gibi adam!..

Eskiden olsa el üstünde tutar, hastalık haberiyle telâşlanan mahalleli, kapısından eksik olmazdı. Bırakmazdık ki yalnız kalsın!.. Fakat şimdi ne mahalle eski mahalle ne de mahalleliler… Küçümsemiyor, yadırgamıyorum ancak yıllardır farklı yerlerden göçüp, göç ettirilip buralara gelen, buraları yurt edinenler, şimdilerde ben gibi, Henri gibi yerleşikleri yalnızlaştırıyorlar anacığım!.. Bizim çocuk derdi, Sefa, hep kurşunlarlarmış yalnızlığı çokların sokağında… Galiba böyleydi… O vakit anlam veremediğim yalnızlık-çokluk meselesini, şimdi anlar gibiyim…

Üzülüyorum; düşünün bir; Henri Travis Sefarad’dır. Sefarad Yahudileri’nden… Yüzyılların yalnızlık yükünü sırtlamış; zaten omuzlarında… Fakat yetmedi; aralarına koydukları mesafe az gelmiş gibi bir de tevatür çıkardılar. Neymiş efendim; Henri AİDS’liymiş!.. Belirtiler uyuyormuş da; zaten adam zapzayıf kalmış da; rengi yeşillenmişmiş de; geçen gün biri görmüşmüş, kollarıyla bacaklarında irili ufaklı çıbanlar çıkmışmış da; hem zaten bir radyo anonsuna uyarak kan vermeye gittiğini, her şeyin ondan sonra başladığını dünya âlem biliyormuş da… Batsın sizin  dünyanız da, âleminiz de, e mi?.. İşin kötüsü, onu da kandırmış, inandırmışlar ya AİDS’li olduğuna!..

            Hâlâ menekşeli gözlerindeyim Henri’nin. Soluklar… ve kısık… Umutsuz bakıyorlar… Acıyorum ona ve bu duygu beni kahrediyor. Acımak yerine kederine ortak olmak, onu dert edinmek sanki daha hakkaniyetli… Bu duyguyla kaç kez Henri’nin kapısına gittim, üstelik o malum elâlemi hiç sayarak… Herkesin, adeta dut hasırı gibi bir ucundan tuttuğu yalanlara tenezzül etmem. Buna rağmen “AİDS’li” Henri’nin ziline, kapısına, kapı tokmağına dokunurken, titredi ya elim!.. Kendimden utandım!.. Açmadı… fakat… yanındayım; biliyor!.. Onunla camdan cama bakışıyoruz. Gülümsesem de olmuyor; Henri, gülmüyor. Öyle kıpırtısız ki… Söylemesi güç ancak ölü gibi. Özelikle son birkaç gündür böyle.

Dört gün oldu, olmadı, bir gürültüdür koptu mahallede. Ben, her zamanki yerimdeydim; camın önünde. Ki de pencerenin denizine uzanmıştı. Zaten bırakın bağırtıyı, en ufak sese dahi duyarlıyım. Evin içi neyse de, sokağa iğne düşse duyar mı insan ?..”Samia” önadını boş yere koymamış rahmetli babam!.. Rebi bilirdi bir tek; Macide yerine, Samia diye seslenirdi. Bir isim, insanın ruhuna bu denli işler mi?.. Azap verici fakat denedim, kurtuluşu yok!.. Olmuyor!.. İşitmek zorunda kaldığım kimi seslerin, kimi kez beni nasıl da tarumar ettiğini anlatamam. Neyse… Ne diyordum; evet… bir gürültüdür koptu mahallede. Sokak, bağır çağır; yıkılıyor. O sıradaydı; Henri’yi gördüm. Camı sonuna kadar açmış, ”Macide!… Bi’bak!.. Bi’bak Macide!..” diye sesleniyor; yetmezmiş gibi bir de el kol sallıyordu. Tığı danteli bir kenara fırlatıp camı açtım; ”Ne oldu Henri?..” dedim, ”İyi misin?..” Sokağı, kalabalığı işaret ediyor, ”Macide hanımcığım,” diyordu, ”delirmiş bunlar!..” Çok telâşlıydı, çok…”Neden?..” dedim,” senden ne istiyorlar?.. Onlara ne yaptın ki?..” Koca adam, bir çocuk gibi ağlıyordu. Dayanılır gibi değil… ”Macide,” dedi; sesi pütürlü mü pütürlü…”Kovuyorlar beni!.. Çekip gidecekmişim bu mahalleden!..” Yüreğim nasıl da kabarmış; aşağıya, o sefil güruha haykırdım; ”utanmıyorsunuz değil mi yaptığınızdan?..” dedim; ”kimi, nereden kovuyorsunuz?..” Kalabalığın kafası yukarıdaydı. Henri’yi bırakmış bana dönmüşlerdi. Bakışıyoruz; çıt yok!.. Fırsat bu fırsat, içimi dökeyim dedim; saydırıyorum; “Terbiyesizler!.. Namus kumkuması kesildiniz başımıza. Yalanlar uyduruyor, sonra bu yalanları kulaktan kulağa çoğaltıp büyütüyor, bir de doğru farz edip peşinden koşuyorsunuz. Ayıptır ayıp!.. Günah!.. Zulüm bu insana yaptığınız. Ne alayınız bitiyor ne de aşağılık imalarınız. Fiskos ve gıybetiniz de öyle… Yeter yahu!..” Sustum biraz… Aşağıdakiler şaşkın bir haldeler…”Siz,” dedim, ”çoğunuz daha bu şehre, sokağımıza adım atmamışken Henri burdaydı. Bu evde… Kimi, nereden kovuyorsunuz?.. Dağılın hadi!…”

Böyle konuşuyordum ama, lâf aramızda, kaygılıydım. Sözümü dinleyecekler miydi?.. Bilmiyordum. Neyse ki, Eğri Sokağı’nın düzgün kalabilmişlerinden birkaçı; ne bileyim işte. Güzin, Şaheste, Necip, Sencer filan, beni destekledi de dağıldı kalabalık.

Oysa daha o gündü; Henri aldığı raporu sallayıp, ”temiz” olduğunu duyurmuştu da; ne bakan ne de duyan olmuştu. O zaman bu zamandır Henri; tıpkı dibi yeşillenmiş, bulanık suyun içindeki akvaryum balıkları gibi cansız, süzülüyor… Küsmüş sanırsın… İnsanlığımıza… Gözleri yarılanıp kapanıyor adeta… Adam, içine gömüyor kendini… Tanığıyım yahu!.. Rengini yitirdi diyeyim de anlayın. Sesini, kokusunu kaybetti… Küf tutar mı insan?.. Henri için, küf tuttu desem, yeridir!.. Bazen gecenin sessizliğinde karanlığa sığınıyor; görüyorum. Balkona, kendi balkonuna tedirgin adımlarla çıkıyor. Sigara içiyor… Çok!.. Ateş böceği gibi yanıp sönüyor, sönüp yanıyor sonra. Sabahlayıp, güvercinlerle kuğurlanıyor. Gözyaşları içine ığılanıyor. Onlar pırlanıp uçtuğunda ilkin Henri’nin, sonra da benim yüreğim titriyor şöyle bir!.. Nasıl olmasın?.. Kaç kez gördüm; her defasında, kalın balkon demirlerine doğru atılıyor adam. Niyeti uçup da gitmek Henri’nin; anlıyorum. Sonra n’etsin?.. Vazgeçiyor; Ah, Henri!.. Rosita’sı caydırıyor onu, bilmez miyim?.. Günü, güneşi balkonunda bırakıp içeri kaçıyor tabii… içine… yıllardır bir insan gelsin diye bekleyen koltuklarına, sandalyelerine, kanepelerine, yatağına el sürüp camın önüne; yeşillenmiş, bulanık penceresinin önüne kuruluyor.

 *   *   *   *

Daldım gittim ki, ne gidiş!.. Elim, kolum boşalmış. Tığı da yere düşürmüşüm. Ki, uyanmış.. Oh!.. Bir tanem!.. Kolumu dürtüp duruyor. Acıktın mı? Gel bakalım; işte maman burada!..

Zaman geçiyor; sözde elimi çabuk tutacak, akşama hazırlık yapacağım. Bugün, benim için önemli bir gün. Zira Rebi gelecek!..

Acısı tazeyken, oğluma da yansıtmayım diye içime atıyor; sessiz ağlayışlarımdan yorgun, karabasanlı uykulara gömülüyordum… Kamyonun maroken koltuğundayım; Rebi’nin yanında. Adına “Cehennem Yokuşu” dedikleri bir yolu çıktıktan hemen sonra… bayır aşağı gidiyoruz… Camdan dışarı bakıyorum… Büyük büyük ağaçların, kalın mı kalın dalları kırılarak savruluyor, üstümüze üstümüze geliyor. Gözlerim, yuvasından fırladı fırlayacak… Korkudan… Telâşla dönüp Rebi’ye bakıyorum. Tanrım!.. Rebi’nin başı yok!.. Başsız gövdesiyle koltuğun üzerinde; hâlâ direksiyonu sıkıca tutuyor… Çok istiyorum ancak bağıramıyorum. Tam da “Nedir şu kucağımdaki ıslaklık?..” diyerek dönüp, bakacakken savruluyoruz… Dehşet içindeyim; Rebi’nin kopuk başı, kolu bacağı kucağımda… Kucağım kan… Kırmızı… Boğulacağım… Nefessiz çığlıklar atacağım; atamıyorum… Yalvarıyorum ki biri beni uyandırsın. Biri gelip de beni, kâbusumdan çeksin, çıkarsın.

Zamanla yener oldum kâbuslarımı. Kendimi Sefa‘ya adadım. Başta Henri ve Rosita olmak üzere, konu komşu yalnız bırakmadı beni. Sonra… daha Sefa çocukken başladım ay sonu hazırlıklarına. Her ayın son cuma akşamı mükellef bir sofra kuruyor; masayı Rebi’nin sevdiği yemek ve mezelerle dolduruyor; rakısını da eksik etmeyip, camın önünde beklemeye başlıyorum. Masada eksik bırakmadığım iki şey daha var; francala ekmeğiyle frambuazlı pasta!.. Bakmayın şu havalı ismine; frambuaz dediğin, bizim ahududu anacığım!.. Rebi bunları nerede, kimin sofrasında yedi; bu lezzeti nerede, kimlerle tattı?.. Bilmiyorum… Düşündüm; yalan yok!.. Sonraları bıraktım düşünmeyi… İşte; camın önüne kurulmuş bekliyorken, gözlerimle uyumlu – söylemesi ayıp yeşim rengi – bir elbise olur üzerimde. Rebi’nin hediyesi… Çok zaman geçti üzerinden… Nasıl desem; elbise adeta menevişlenen bir deniz… Işık vurmaya görsün; mavili yeşilli, lacivertli beyazlı, yer yer eflatunlu sonra… Bürümcük denilen cinsten. Kulağımda inci küpelerim, boynumda inciden bir akarsu; öylece oturur beklerim camın önünde… Rebi, şimdi çıkıp gelecekmiş gibi… Az sonra derdim; benim o bitmez az sonralarımdan; Rebi, sokağın başında görünecek!.. Derken bir ıslık gibi, kaşla göz arasında adeta uçarak kapıyı çalacak; heyecanla açtığım kapının önünde daha… omuzlarımdan sımsıkı sarılarak beni öpücüğe boğacak; ”Macidem,” diyecek “benim güzel Samiam!..” Su mavisi gözlerine bakacağım; doyamadan… Bir insanın sesi; konuşurken gülümser mi hiç!.. Rebi’ninki gülümserdi. Ev birdenbire neşe dolardı… Oh!.. Tamam, tamam; kendimi tuttum; ağlamayacağım… Sonra Rebi durmaz, cama uzanır, pencereyi açar ve karşıya seslenirdi; ”Henri!.. Henri!… Rosita!.. Sofra hazır!.. Gelin haydi!..”

Rakı sofrası dediğin yerde insan, kalabalık olacak kardeşim!.. Bu, Rebi’nin lâfı. Çoğalırdık masada. Çoğaldığımızda güzel olurduk. Rosita’nın canına minnet; o da delisiydi frambuazlı pastanın… Bir neşe ve muhabbet içinde yer, içerdik… Henri mahallemizin fotoğrafçısıdır. Yani, öyleydi o vakit. Daha masaya oturmuşken Rebi altını çizer; ”söz ver Henri,” derdi, ”bu akşam ne fotoğraflardan ne de fotoğrafçılıktan bahsedeceksin!..” Henri hemen vaziyet alır, Rebi‘yle bakışır ve gayet net karşılık verirdi; ”Emin olun azizim!..” Ha şöyle lâfları arasında tokuşturulan kadehler sohbeti uzatır; nasıl olduysa söz dolaşır  ve yine aynı yere gelirdi; Henri’nin arzuladığı yere; ”Rebi!..” derdi, ”duydun mu?.. Zeiss’in yeni tip objektifli bir makinasından bahsediliyor… ” Henri anlatır da anlatır; Rebi ses etmez, söz kesmez; Henri’nin teknik kelimelerini anlamasa da, “evet… doğru… şambrnuvar…” filan der, ne Henri ne de Henri’nin muhabbeti bozulsun isterdi. Arada bir de bana dönüp gülümser; her seferinde, nasıl demeli işte… benim hoşafımın yağı kesiliverir, bir tuhaf olurdum… Dostların arasındaydık nihayet; hafifçe kaykılır ve içim dışım kaynıyorken kâkülümü nazikçe kaydırdıktan sonra öperdi. Yumuşacık… Derken kapı çalınır; Sencer’le Şaheste’nin kahkahalarına, bu kez Necip’le Güzin’inkiler karışır; Rebi’nin yol hikâyeleri, neden sonra Henri’nin fotoğraf hikâyelerine baskın gelir; arada bir mahur besteler mırıldanıp, bi’güzel eğlenirdik…

Yine mırıl mırıl konuşmalar geliyor sokaktan. Durun bi’bakim!.. Tahmin etmeliydim. Henri’nin oturduğu apartmanın, yukarıdan aşağıya genişleyerek uzanan kırık taş basamaklarına yığılmışlar… gençler… Yaşar orada; Faruk, Kino, Kezo, Titrek ve diğerleri… Şehriban’ın oğlu da var; Sungur. Bir de… bir de Aksak ve Sürmeli dedikleri çocuklar… Kulak vermeyim diyorum ama mümkün mü?.. Samia değil miyim; duyuyorum işte.

 *   *   *   *

Günlerdir, neredeyse tüm sokağın ortağı olduğu pis, mendebur, hayâsız konuşmalar yapılıyor. Delibozuk… Patavatsız… Sersem sataşmalar; arkasından konuşmayı bırak yüzüne yüzüne sarf edilen lâflar… Düşkün… Değersiz… Daha bebeklikten başlayarak çoğunu vizörüne alan, hayatlarını karelemiş adamı, Henri’yi yerden yere vuruyorlar. Sorsan; hepsi çöpsüz üzüm!..

“Zaten soğuk bir adamdı aga!..” diyor biri. Sesi Faruk’a benziyor. “Üstelik mesafeliydi de kardeşim!… Bi’acayip yani!..” Buradaki “Bi‘acayip!..” sihirli sözcük; biraz bilinmezlik yaratıyor…bulanık… belirsiz bırakıyor… Artık sen doldur içini nasıl dolduruyorsan. Kaynat tevatür kazanlarını!..

Şunlara bakar mısın; duvarın dibinde sintinip, pinekleyerek oturan köpeklere benziyorlar. Hiçbiri bir şey yapmadan oldukları yerde duruyor; sabah ve öğle güneşlerinin uzatıp kısalttığı gölgelerine bakıyor; bakıp da aldanıyor bunlar. Yanılsamayla dolu hayâl dünyalarında kendilerinden geçiyorlar. Hergeleler, diyeceğim ama… Neyse!..

Dur bakayım; bir kimya öğretmeninden mi söz ediyorlar?.. Evet!.. Titrek bu konuşan; “Muhittin abi söyledi o’lum,” diyor; “adam AİDS’liymiş!.. Bunu o söylüyorsa!.. Kimyacı o’lum!.. yani vardır bi’bildiği… Yoksa.. yani, boşa gevezelik yapacak biri değildir…        Yanılıyor muyum?..”

Geçenlerde, Henri ağır adımlarla Rosita’nın mezarından dönerken ona nefretle bakan; el çabukluğuyla yatırdığı laboratuvar camı üzerinde, Henri’yi bir böcek gibi mikroskopa sürüyen kimyacı bu Muhittin!.. Tanrım; nasıl insanlar var etrafımızda!.. Eh, o öyle konuşur da karısı Fulya durur mu?.. Pazardan dönüyordum. Sokağın başında durdurdu. “Komşu,” dedi, ”aman evlerden ırak!.. Hatırla; Remzi vardı hani; Nesrin’in kocası… Yenirce dedikleri hastalıktan olan!.. Aman abla; sen de… bilmezmişsin gibi!.. Frengi ayol!.. Kimse gerçeği bilmesin diye Nesrin ortalıkta dolanmış, ‘bizim adam sifilis olmuş, sifilis!’ demiş, durmuştu. Öldü öldü de dirildiydi kadın!.. Yazık!.. Kız abla; bu Henri de öyle olmuş olmasın sakın?..” Tersledim münasebetsizi; “Ben bu yaşıma geldim; Henri’nin bırak bir çürük hareketini, çürük bir sözünü bile duymadım,” dedim; “herkes dönsün de kendine baksın!..”

Yeminle söylüyorum; aklı yok bunların… Bak, nasıl lâflar ediyorlar, ”Şorolo“, diyor biri. Bir diğeri atılıyor oracıktan; “ibne o’lum!.. Şerefsizin önde gideni!..” Lâfın ağırını kim söyleyecek yarışındalar. Ne hapçılığını bıraktılar Henri’nin ne de esrarkeşliğini.

Gelen ses Kino’nun; “O’lum, âlem bilmez lan!.. Aynı mahalledeyiz. Bak, bizi de öyle sanırlar, göt oluruz o’lum!..”

Aleminiz yerin dibine girsin!.. Sabah akşam bu kaldırımla eviniz arasında sintinip duran adamlarsınız!.. Hangi alemdir sizi tanıyan?..

Saat de ilerledi… Kafamı kaldırdım ki, Henri!.. Göz gözeyiz!.. Camı aralamış. Duyuyor tabii konuşulanları. Yüzü renksiz. Kanı çekilmiş gibi… Renksizliği tanırım ben; insanın çürük, kırık, yıkık yanlarının sisli tozudur. Ah, Henri!… Zamanın neredeyse durduğu evinde; açılıp kapanmayı unutmuş perdesine dokunmadan, hapsolduğu aralıktan bakıyor. İçine itildiği durumun, onu kahrettiğine şüphe yok!.. Elini kolunu kaldırıp indirerek bir işaret yapıyor şimdi… Ha, anladım; “Tamam,” dedim; “tamam, evet!.. Açıyorum hemen!..”

“Henri!.. Efendim canım!.. Bir şey mi söyleyecektin?..”

“Macide hanımcığım,” diyor; sesi pürüzlümü pürüzlü; kısık, zor duyulur cinsten. Dibi hüzün bağlamış, bozbulanık, acıyla keder karışımı… İnsana dair inancını, umudunu bu kadar mı kırdılar?..

“Henri!.. Devam et lütfen!..”

“Bu mahalle eskiden bizim… bizim büyülü mekânımızdı. Söyle onlara artık dursunlar, sussunlar n’olur?..           

*   *   *   *

Doğru; eskiden büyülü mekânımızdı bu mahalle. Dayanışır, yardımlaşır, paylaşırdık. Karşılıklıydı; anlam ve değer katardık hayatlarımıza. Öyle bir büyü vardı ki mahallede; dalları her evi saran koca bir dostluk ağacı sanırsın…Öyle yani!.. Şanslıydık. Ortak bahçemizde birlikte aç, birlikte toktuk. Şimdi yalnızca bu sokağın değil, şehrin yabancıları olmuşuz; Öbürküleri…O hâldeyiz anacığım!.. Kıpırtısız duruyoruz sanırken göçmüşüz çoktan. Hayatın mültecileri olmuşuz.

Aklımdan bi’dolu düşünce geçiyor; ben şimdi Henri için ne yapabilirim?.. Hücresinde oturmuş, ufak bir kurtuluş umudunun  hayalini kuran idam mahkumu havasındaki bu adam için, ne tür bir cümle kurabilirim?..

Sessizce aşağıya baktım. Gevezelik gırla gidiyor. Hem bilmeyen, hem de bilmediğinden habersiz gafiller… Bir gün olsun, ne bugünlerine ne de geleceklerine kafa yorduklarını gördüm. Boş konuşmalarının arasında, olur da işi ciddiye bindirdiklerinde, üç şeyi konu ediyorlar; toprak, tarih ve ceddimiz!.. Toprak; kutsal mı kutsal. Tarih; şanlı mı şanlı. Ceddimiz; hayranlık uyandırır türden; silme kusursuz. Sonrası kolay; bul bi’düşman; yoksa yarat bi’öbürkü ve vur abalıya!..

Kulak veriyorum da… Bakın şu edilen lâflara; ”Birileri büyük oyun oynuyo aga!.. Bi’şerefsizliktir dönüyor!.. Dikkatli olmak lâzım. Güzide mahallemizin adını çıkarıyorlar. Namusuyla şerefini iki paralık ediyorlar. Bu teşebbüs hiç masum değil aga!.. Kim lan bunlar?.. Bulucaz!.. Düşüncek ve bulcaz aga!.. Sakin!..”

Ay! Totoşumun kenarı; düşünecekmiş!.. Sen, öyle mi?..

Bak bak!.. nasıl da konuşuyor;

“Birlik olcaz; gün birlik olma günüdür. Ceddimiz duymasın, kemikleri sızlamasın!.. Fakat ben, bir Bizans oyunu kokusu alıyorum yani.. İzin vermicez aga!.. Kısa yoldan… şutluycaz bunları mahalleden. Bak o zaman nasıl düzeliyor her şey!..”

Kızgınım fakat içimde bir yerde bir ses, bu çocukların elle tutulur bir yanı var diyor… Kendimle konuşuyorum. Canım nasıl da sıkkın!.. Daha dönüp de aşağıya iki çift lâf etmedim… Bu çocuklar; zaten olmayan tiyatro meraklarını, bu gibi merasimlerle gideriyorlar. Onlara bir “mesele”, “mevzuu”, “vaka” bul ya da yarat, yeter!.. Çalıp oynasınlar. Çoban püskülü gibi; yemişli dallarımıza sarılıp kalan asalaklar… Aman!.. Daha fazlası yok; dayanamayacağım. Evden, üstelik kedim Ki’yi yanıma almadan fırladım, çıktım. Yaşıma aldırmadan, koşar adımlarla iniyorum merdivenleri. Gençleri, o rüzgâr gibi halimle nasıl yardım geçtimse anında dağıldılar. Çil yavruları gibi… Henri, aşağıya eğilmiş bağırıyor; “Macide hanımcığım!.. Neler oluyor?..”  Az kaldı düşecek… “Henri, hemen aç kapını!.. Sana geliyorum…”

Henri’nin basamaklarını çıkıyorum. Ardım sıra patırtılar… Gülüyorum; az önce kapının önünde dağılan çocuklar…  geliyorlar…

Kapıdayım. Henri’nin kapısı kapalı ama durun; bir şeyi yakaladım. Kapı deliğinden bakıyor. Ah, Henri!.. Biliyorum; tavrımı merak ediyor. Onca dedikoduya rağmen ona, kapısına, ziline filan dokunacak mıyım?.. Bekliyorum. Yok; Henri’nin kapıyı açmasını değil, gençlerin gelmesini… Geldiler. Bakıştık. Kimsede çıt yok. Düzensiz nefes alışverişler duyuluyor yalnız… Sungur’a Kino’yla, Kezo’ya, Titrek ve Aksak’a; hepsinin gözlerinin içine baktım ve o anda döndüm, bastım zile. Henri’ye dokundum!..

“Abla!.. Ellemeseydin iyiydi,” dedi biri.

“Ellemeseydin,” diyenin elini tuttum, bırakmadım. O sıradaydı, Henri kapıyı açtı. Yüzüne renk gelmiş… Gözleri menekşelenmiş. Kanlı canlı bir adam…

“Bu muymuş hasta olan adam,” diyor, Henri’ye teklifsizce sarılıp öpüyorum. Henri çok şaşkın; “Toparlan” diyorum, “sahile, birlikte balık yemeğe gidiyoruz…”

“Şimdi mi?.. Ya bu gençler?.. Bi’şey olmasın…”

“Elbette bi’şey olmasın!.. Onlar da bizimle gelecek, haydi!..”

Henri nasıl da heyecanlandı. Hayat buldu adamcağız, Seslendim; “Henri, şu meşhur raporunu da getir, e mi?..” dedim; “Baksın okusun çocuklar..” İçeriden, genç bir adamın sesini andırır sesi duyuluyor Henri’nin; “Tamam!.. Geldim… Geldim…”

Sungur uzandı; utanmış. Yüzü kıpkırmızı. Az önce zile dokunan elime uzandı, tuttu. Henri, elinde raporuyla kapıda belirmişken eğilip, öpmek istedi. İzin vermedim. Yüzüme bakamadan, “Macide abla,” dedi, “rapora mapora gerek yok!.. Tamam yani..” Döndü. Henri’nin zayıf elini avucunun içine aldı, “Hadi,” dedi Sungur; “gidelim. Balıklar bizden!..”

Biri öbürkünün elinden tuttu… ve ben, üstelik Rebi’nin geleceği akşam, hem kedim Ki de yanımda yokken dışarıdayım… Balıkçıdayım… Henri’nin kulağına fısıldıyorum; “Mahallemizin her şeye rağmen bir büyüsü var; inan!..”

*Kino-Kısa

          **Keza-Böcek 

        *** “Hep kurşunlamışlar yalnızlığı çoklar sokağında“- Arkadaş Z. Özger.

      ****Bu öykü, 2019-Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri’nde birincilik kazandı.

26 Eylül 2018